28 Ekim 2014 Salı

THE GIVER

THE GIVER (SEÇİLMİŞ)

    Yönetmenliğini Phillip Noyce'un yaptığı başrollerinnde ise Jeff Bridges, Merly Streep ve Brenton Thwaites'in yer aldığı bilim kurgu, dram filmidir.
       Filmin konusu ise aslında son yıllarda bolca izlediğimiz kıyamet sonrası bilim kurgu filmlerinden çokta farklı değil. 'Yaşlılar' denilen bir grup yeryüzündeki renk, din, düşünce gibi farklılıkların hepsini ortadan kaldırmıştır. Dünya sadece siyah ve beyazdan oluşmaktadır. Bunların yanı sıra artık insanların duyguları, hisleri ve anıları da yoktur. Toplumdaki herkes yaşı geldiğinde kendisi için belirlenen görevlere atanır. Jonas'a ise en önemli görev verilir o artık 'anı toplayıcı'dır.
      Dünyanın düzeninin anlatılması için özellikle filmin başlarındaki sahnelerin siyah beyaz olarak tasarlanması oldukça güzel bir fikir olmuş. Jonas bir şeyler öğrendikçe, renkleri ve duyguları sıfatlandırmaya başladıkça dünyanın renklenmesi bizimde Jonas'la birlikte ilerlememizi ve öğrenmemizi sağlıyor. Jonas'ın aşk, mutluluk, müzik, dans, eğlence gibi şeyleri öğrenmesi ve bunların elinden alınmış olmasını haksızlık olarak görmesi 'the giver'ın da yardımıyla bir başkaldırıya dönüşüyor ve Jonas elllerinden alınanları geri almak için sınırdaki kuleleri geçmek üzere yola çıkıyor.
                            
     Her ne kadar konu olarak ilgi çekse de senaryo ve kurgu olarak film bence yetersiz kalmış. Özellikle bu türde yapılan onca filmin arasında yer edinmek istiyorsa çok daha farklı şeyler yapması gerekiyordu.

     Bunun en büyük nedenlerinden biri hem yaşanılan dünyanın hemde karakterlerin çok yüzeysel olarak aktarılmış olması. Kurulan düzen hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyoruz. Bu düzeni nasıl oluşturmuşlar,madem herkesin anılarını ve tarihi silmişlerse 'the giver'a ve anı toplayıcısına neden ihtiyaçları var ya da Jonas bu iş için neden doğru kişi bunlar hiç gösterilmiyor. Karakterlerin birbirlerine boş boş bakınmaları ya da gereksiz ayrıntıların anlatılması yerine karakterlerin özelliklerine ağırlık verilmiş olsaydı film çok daha güzel bir yerde olabilirdi.
       Merly Steep ve Jeff Bridges dışında kayda değer bir oyunculuk sergileyen oyuncu yok. Ama bu iki oyuncu yine karakterlerinin hakkını vermişler. 
        Filmin süresinin de 97 dakika olması bazı şeylerin oldukça basit ve hikayenin oldukça kısa anlatılmasına neden olmuş. Filmin sonu ise bence tam bir fiyaskoydu. Sonuna kadar bir şekilde de olsa ilerleyen film sonunda yok artık dedirtiyor. 

       İlk olarak filmin sonuna gerçekten 1 dakikayı geçmiyor. Jonas yapmak için yola çıktığı şeyi yapıyor ve bitiyor sadece 10 saniye kadar duygularını ve anılarını fark eden toplumu görüyoruz o kadar. Yapılan o koca sistem nasıl bir tane çocuğun yapay bir güçle çevrili duvardan geçmesiyle çöküyor, bu duvarı kim nasıl yapmış, insanların duygularının film boyunca her gün vuruldukları iğneler yüzünden olmadıklarını öğrenmemize rağmen Jonas o duvardan geçince herkesin duyguları, anıları nasıl yerine geliyor? Bunlar hep film bitince aklımda kalan sorular oldu tabi ki mantıklı bir açıklama beklemiyorum sonuçta bu bir bilim kurgu her şey olabilir ama en azından bir açıklama olsaydı :)
     Son olarak filmin en güzel yanlarından biride seri film olmamasıydı. Bu türde yapılan bütün filmlerin 3 veya 4 film olması sözleşilmiş bir şey herhalde. Bu ne güzel izledik bitti 1 yıl daha beklememize gerek yok 2. film için :)





11 Ekim 2014 Cumartesi

22 JUMP STREET

22 JUMP STREET (LİSELİ POLİSLER 2)

      Yönetmenliğini Phil Lord ve Christopher Miller'ın beraber yürüttüğü başrollerinde ise Jonah Hill ve Channing Tatum'un yer aldığı aksiyon komedi filmidir.
     Filmin konusu ise şöyle: Bir önceki görevlerinde büyük bir başarı sağlayan Schmidt ve Jenko şimdi de bir üniversitede satılan uyuşturunun kaynağını bulmak için gizli göreve giderler. Filmin fragmanını buradan izleyebilirsiniz.
        Film daha ilk sahnesinden beni içine çekmeyi, güldürmeyi başardı. 1. filmden bunun da komik olacağını biliyordum ama film beklentileriminde üstündeydi. Karakterler, başlarına gelen olaylar, diyaloglar hepsi ayrı ayrı komik ve eğlendiriciydi. 
       
        Schmidt ve Jenko bu sefer sadece uyuşturucu satıcısını yakalamıyorlar aynı zamanda birbirlerinden ne kadar farklı olduklarını fark edip arkadaşlıklarınıda sorgulamaya başlıyorlar. Soruşturmaya farklı yerlerden devam etme kararı alıyorlar ve biri popüler futbol takımının içine girip onlarla takılırken diğeri daha yalnız ve sanat okuyan öğrencilerle takılıyor. 
       Hangi karakterin daha komik olduğuna karar veremedim Schmidt görünüş olarak komik kimsenin takılmak istemediği ama grubun zekisi Jenko ise yakışıklı, popüler ama kafası pek çalışmayan bir tip.  
      2 oyuncuda rollerinin altında bence başarıyla kalkmışlar. İkisininde nasıl karakterler olduklarını, izleyiciye geçirmek istedikleri duyguları rahatça geçirebildiklerini söyleyebilirim.
         Eğer sizde 112 dakika boyunca gülüp eğlenmek istiyorsanız kesinlikle bu filmi izlemenizi tavsiye ederim. Filmin sonunda yapılan ve 2121 Jump Street'e kadar uzanan jenerik oldukça eğlenceli olmuş izlemenizi tavsiye ederim.  Ben serinin 3. filmini sabırsızlıkla bekliyorum.
         Not: Filmin sonunda jenerik bittikten sonra 1 sahne daha var onu izlemeyi unutmayın :)








28 Eylül 2014 Pazar

THE MAZE RUNNER

THE MAZE RUNNER ( LABİRENT: ÖLÜMCÜL KAÇIŞ)

      Yönetmenliğini Wes Ball'ın yaptığı başrolünde ise Dylan O'Brien'ın yer aldığı bilim kurgu ve gizem filmidir.
          Filmin konusu ise şöyle: Thomas bir gün kendisini yaşıtı 60'a yakın çocukla birlikte Kayran adı verilen 4 tarafı duvarlarla kaplı bir kasaba görünümlü kapanda bulur. Adı dışında başka hiçbir şey hatırlamayan Thomas hem yeni yaşantısına alışmaya hemde buraya neden ve nasıl geldiğini anlayıp buradan kurtulmaya çalışır.Filmin fragmanını buradan izleyebilirsiniz.
           Film aslında Açlık Oyunlarından sonra oldukça popüler hale gelen post-apokaliptik( kıyamet sonrası) türüne ait.  Her ne kadar böyle filmler 'young adult' olarak geçse de ben izlemekten de okumaktan da zevk alıyorum.

         Çok uzun zamandır bir arada yaşayan nereden ve nasıl geldiklerini hatırlamayan 60'a yakın çocuk ve hepsinin kendine ait görevleri var. Aralarından en önemli görev ise koşucular denilen ve her sabah labirentin kapıları açıldığında kapılar tekrar kapanana kadar buradan çıkış yolunu bulmaya çalışanlara ait.
       Film daha ilk dakikadan beni içine çekmeyi başardı. Bizimde her şeyi Thomas'la birlikte sıfırdan öğrenmemiz filmi daha rahat anlamamı ve kafamda oturtmamı sağladı.
       Tabi ki anlayamadığım şeylerde oldu ama bunun sebebinin filmin bir seri olmasına ve ucu açık kalan konuların 2. filmde açıklanacağına inanıyorum.
       Dylan O'Brien Thomas karakteriyle oldukça başarılı bir oyunculuk sergilemiş. Karakteri çok iyi yansıttığını ve film boyunca geçirdiği değişimi çok rahat bir şekilde seyirciye yansıtıyor. Onun dışında filmde bir çok önemli karakter yer alıyor hepsinin hikayede ayrı bir yeri ve görevi var.
         Filmin görselleri ise oldukça başarılı olmuş. Labirentte geceleri ortaya çıkan 'Izdırap Verenler' denen örümceğe benzeyen mekanik yaratıkların görünüşü midemi bulandırmaya yetti.
           SPOILER: Filmde 2 sahne vardı ki izlediğim anda aklıma Yüzüklerin Efendisi ve Açlık Oyunları geldi. Bunlar neler birincisi Thomas labirente girdiğinde tepesindeki örümceğin omzuna bir sıvı akıtması ve yakalamaya çalışmasıyşa Frodo'nun başına gelenlerin aynı olması. Diğeri ise filmin sonlarına doğru Gally'nin tam Thomas'ı öldürecekken başkası tarafından öldürülmesi ama o anda silahının ateşlenmesi ile Thomas'ın en yakın arkadaşı Chuck'ın ölmesi yani Katniss'le Rue'nun başına gelenlerin aynısı. Bu sahneler birebir aynıymış gibi geldi bana :)
         Film hem konu hemde senaryo olarak ilgimi çekti ve beklentilerimi karşıladı diyebilirim. Özellikle 2. filmi ve olacakları merakla bekliyorum. Eğer sizde bu tür filmlerden hoşlanıyorsanız izlemenizi tavsiye ederim. 



20 Eylül 2014 Cumartesi

EDGE OF TOMORROW

EDGE OF TOMORROW (YARININ ÖTESİNDE)

       Yönetmenliğini Doug Liman'ın yaptığı -ki çoğumuz kendisini Mr.& Mrs. Smith, Jumper ve The Bourne Identity'den tanıyoruz, başrollerinde ise Tom Cruise ve Emily Blunt'ın yer aldığı bilim kurgu, aksiyon filmidir.
     Filmin konusu ise şöyle: Uzaylılara karşı bütün ülkelerin birlik olduğu bir dünyada asker olmasına rağmen hiç savaş deneyimi olmayan Cage daha ilk savaşa gittiği gün öldürülür ama tuhaf bir şekilde tekrar aynı günün sabahına uyanır ve aynı şeyleri tekrar yaşar. Bir zaman döngüsünün içinde kalan Cage her gün aynı günü tekrar yaşayarak kendini güçlendirir ve savaşı kazanmaya çalışır.Filmin fragmanını buradan izleyebilirsiniz.
     Aslında filmi izlerken ne yönetmenine ne konusuna hiçbir şeyine bakmadım afişinde Emily Blunt'ı görünce izleme kararı aldım. Tabii ki afişi gördüğümde anda yine Tom Cruise'un oynadığı bir savaş, aksiyon filmidir kesin diye düşündüm. 
    Filmde aksiyon, savaş, görsel efekt, uzaylı yani bu tarz filmlerden beklediğim her şey vardı ama bunların yanında iyi bir senaryoya sahip ve iyi kurgulanmış bir filmde vardı. 
                                
      Film boyunca neredeyse sadece 1 günü tekrar tekrar izlememize rağmen Cage her dirildiğinde başka bir şeye odaklanılmasından dolayı film akıcı ve heyecanlı bir şekilde ilerlemeye devam ediyor. Tom Cruise ise böyle filmler için ideal bir oyuncu olduğunu bir kez daha gösteriyor. Çünkü savaşa ilk katıldığı günkü hareketleriyle mimikleriyle filmin sonuna doğru sergilediği davranışlar arasında dağlar kadar fark var.
       Rita ise herkesin korkuğu ya da saygı duyduğu Cage'in yaşadıklarını daha önce yaşayan ama kimsenin bilmediği ve bu sayede 'Angel of Verdun' olarak anılan bir asker. Cage'in başına gelenleri fark ediyor ve ona yardımcı olmak aynı zamanda savaşı kazanabilmek için beraber çalışmaya başlıyorlar.
      Aksiyon ve savaş sahnelerinin yanında oldukça komik sahnelerde var filmin içinde. Özellikle Rita'nın her seferinde çalışmalar sırasında sakatlanan Cage'i öldürüp günü sıfırlaması ya da Cage'in aynı günü bilmem kaç kere yaşayıp her şeyi ezberlemiş olması ve insanları şaşırtması bu sahnelerden bazıları.
     Filmin bence tek oturmamış yeri Rita'nın Cage'e eğer yaralanırsan ve sana kan verilirse her şey biter dediği yer. Kendisi de aynı durumdayken kan verilmiş ve bu özelliğini kaybetmiş ama tabi ki bunu kaybettiğini anlaması için ölmesi ve canlanamaması gerekiyor ki öyle olsa şu anda yaşıyor olamazdı. Cage ise bu yetisi kaybbetiğinde 'gücümü kaybettim hissediyorum' diyor tabi yersen :)
       Uzun zamandır aynı türde izlediğim diğer filmlerden daha iyi ve yüksek bir yerde duruyor bunun temelinde ise senaryoya da önem verilmiş olması var. Eğer böyle filmlerden hoşlanıyorsanız bu filmi de seveceğinize eminim. :)







17 Eylül 2014 Çarşamba

TEENAGE MUTANT NINJA TURTLES

TEENAGE MUTANT NINJA TURTLES

     Yönetmenliğini Titanların Öfkesi ve Teksas Katliamı: Başlangıç gibi filmlerden tanıdığımız Jonathan Liebesman'ın yaptığı başrollerinde ise Megan Fox ve William Fichtner'ın rol aldığı aksiyon, komedi filmidir.
    Filmin konusu ise şöyle: Aslında konusu birçoğumuzun çocukluğunda beri bildiği klasikleşmiş ninja kaplumbağalardan farklı değil. Mutasyona uğramış 4 kaplumbağa ve hocaları-babaları olan Splinter Usta'nın New York'ta Shredder'e karşı verdikleri mücadeleyi anlatıyor.Filmin fragmanını buradan izleyebilirsiniz.
      Aslında film ne kadar iyi olmuş ne kadar kötü olmuş tartışılabilecek bir şey. Çünkü eğer siz tamamen orijinal hikaye ile bağlantılı direkt onun üstünden işlenen bir film bekliyorsanız beklentilerinizi karşılamayacaktır. Çünkü film çizgi romandan ya da daha önce çekilmiş filmlerden biraz daha farklı işlenmiş. 
      Filmdeki bazı sıkıntılar şunlar. İlk olarak eğer ninja kaplumbağaları bilen biri değilseniz hangisi hangisiydi film boyunca kafanız karışıyor çünkü birbirlerine devamlı kısaltmalarla sesleniyorlar. Bir diğeri kaplumbağaların tasarım olarak çok kaba ve üstlerinin inanılmaz dolu olması. Eğer şehri kurtarmaya ve birileriyle dövüşmeye gidiyorsanız olabildiğince rahat hareket edebilecek durumda olmanız ve yanınıza sadece gerekli şeyleri almış olmanız gerekmez mi? Tabii ki hepsini kişiliklerinin yansıtan aksesuarları üstünde taşıması güzel bir şey ama bu kadar yoğun kullanılmış olması beni film boyunca rahatsız etti.
     Megan Fox'un sahnelerini izlerken kendimi tekrar Transformers izler gibi hissettim güzelliği dışında oyunculukla alakalı pek bir şeyini göremedim yönetmende görememiş olacak ki filmde çoğunlukla yakın plandan yüzünü göstermiş. 
     Bir başka şeyde kaplumbağalar ve April'ın (Megan Fox) birbirleriyle bir şeyler paylaştıklarını ne ara böyle aile olduklarını hiç görmüyoruz bir anda hoop dost oluyorlar.Bunlar ilk bakışta benim gözüme çarpan şeyler tabii ki.

     Hee bu arada buradan Hollywooddakilere sesleniyorum artık şu gökdelenlerin tepelerine zehir,bomba vb bir şeyler koyup zamanlayıcıyı da kurduktan sonra son 3 saniyede durdurulmasından daha yaratıcı birşeyler bulmanın vakti geldi. Bu filmde ise bu görevden Eric Sacks (William Fichtner) abizim sorumlu.
       Bu kadar söyledim de bu filmin hiç mi güzel yanı yok? Tabii ki var. Kullanılan efektler ve görselliğe verilen önem filmin ilgi çekiciliğini arttırmış. Film boyunca esprilerin ya da komik olayların asıl kaynağı orijinal hikayede de olduğu gibi yine Michelangelo. Devamlı haylazlık peşinde.  Özellikler April'ın kaplumbağalara adrenalin verdikten sonraki sahneleri ve asansördeki ritim tutup şarkı söyledikleri sahne filmin en komik sahnelerinden bazıları. 
                       
       Eğer beklentileriniz orijinal hikayeyi görmek değilde sadece ninja kaplumbağaları izleyip güzel vakit geçirip eğlenmekse kaçırmamanızı tavsiye ederim. :)




31 Ağustos 2014 Pazar

LUCY

LUCY

   Yönetmenliğini ve senaristliğini çoğumuzun kültleşmiş Leon filminden bildiği Luc Besson'un üstlendiği başrollerinde ise Scarlett Johansson ve Morgan Freeman'ın yer aldığı 2014 yapımı aksiyon, bilim kurgu filmidir.

    Filmin konusu ise şöyle: Erkek arkadaşının zorlamasıyla bir teslimat işine giren Lucy bir anda kendini mafyanın kuryesi olarak bulur. Fakat beklenmedik bir şekilde vücuduna yerleştirilen uyuşturucunun paketinin patlamasıyla Lucy'nin hayatı tamamen değişir.Filmin fragmanını buradan izleyebilirsiniz.
      Filmin temel olarak dayandığı hikaye beyninin ortalama %10'unu kullanabilen insanlar ya %100'ünü kullanabilseydi?. Lucy vücudunda patlayan sentetik uyuşturucu sayesinde artık bu soruyu cevaplandırabilecektir. Konu olarak biraz Limetless'ı andırsa da işleniş olarak birbirlerinden çok farklılar.
     Filmde en çok hoşuma giden ve dikkatimi çeken şeylerden birisi ilk yarıda çoğunlukla kullanılan paralel kurgu tekniği oldu. Lucy mafya ile buluşacağı zaman paralel kurguyla bir geyik avlamak üzere olan çitanın gösterilmesi, hikayenin akışına göre galaksiden yada dünyadaki doğal afetlerden ve doğal güzelliklerden kesitler gösterilmesi hikayeyi oldukça zenginleştirmiş. 

      Bunun yanı sıra film boyunca kullanılan görsel efektlerle ve renklerin parlaklığı, canlılığıyla film oldukça dikkat çekici bir hal alıyor. Lucy'nin beyninin yüzde kaçını kullanabildiğinin belirli aralıklarla gösterilmesi, uyuşturucunun vücuduna işlediğinin ve beyninin içinin gösterildiği sahneler oldukça hareketli ve etkileyici olmuş.



     Benim için bir filmin kadrosunda Morgan Freeman'ın olması o filmin izlenmeye değer olduğunun göstergesidir. Filmdeki en büyük eksiklerden birisi Freeman'ın karakterinin yeteri kadar kullanılmamış olması. Sadece hakkında pek fazla bir şey öğrenemediğimiz bir yan karakter olarak kalmış. Bunun aksine Scarlett Johansson ise karakteriyle derinlemesine bütünleşmiş, bakışlarıyla, mimikleriyle ve davranışlarıyla film boyunca istediği duyguyu seyirciye geçirmeyi başarabiliyor.
       Konu olarak ne kadar doğrudur, hikayede bilimsel olarak yapılmış hatalar ya da ortaya atılan teoride yanlışlar var mı bilemem. Bunu söyleyebilecek bilgi birikimine sahip değilim ama yine de izlediğimde kafamda bazı açıklar ve anlamsızlıklar oluştu. Bunların ne olduğunu spoiler olmaması için söylemiyorum :). 
     Çok iyi başlayan, kadrosu çok iyi olan ama beklendiği ya da başladığı kadar iyi bitmeyen bir film olsa da bu tür filmlerden hoşlanıyorsanız izlemenizi tavsiye ederim.




1 Haziran 2014 Pazar

X-MEN: DAYS OF FUTURE PAST

X-MEN: DAYS OF FUTURE PAST(X-MEN: GEÇMİŞ GÜNLER GELECEK)

     Yönetmenliğini Bryan Singer'ın yaptığı filmin başrollerinde ise Hugh Jackman, James McAvoy, Michael Fassbender ve Jennifer Lawrence'ın yer aldığı film X-Men serisinin 6. filmi olma özelliğindedir.
      Filmin konusu ise şöyle: Gelecekte geçen filmde ekibimiz 'gözcü' adı verilen robotlar yüzünden sayıları giderek azalan mutantları kurtarmak için Wolverine'i geçmişe göndererek bu robotların yapılmasını engellemeye ve kendi soylarını devam ettirmeye çalışırlar.Filmin fragmanını buradan izleyebilirsiniz.

     Hepimizin çocukluğumuzdan beri az çok bildiği X-Men serisinin bu son filmi bence serinin en iyi filmiydi. Filmin ayrıntılarından, diğer filmlerle olan bağlantılarından bahsedecek olursak bu yazı sayfalar sürer :). O yüzden sadece kendi yakalayabildiğim ve hoşuma giden şeylerden bahsedeceğim.
      Filmin asıl hikayesi Wolverine geçmişe giderek Raven'ın 'gözcüleri' tasarlayan bilimadamı Dr. Boliver Trask'ı öldürmesini engelleyerek gelecekteki yaşanan olayları engellemek. Ama tabiki her şey göründüğü gibi kolay olmayacaktır. Zihinsel olarak geçmişe giden Wolverine'in vücudu hala gelecektedir ve bütün takımla beraber tehlikededir. Ayrıca geçmişte profesöre ve Erik'e gelecekten geldiğini ispatlamasıda zaman alacaktır.

      Filmde geçmiş-gelecek kurgusu çok iyi bir şekilde kurulmuş. Zaman yolculuğu ile alakalı filmler her zaman ilgimi çekse de çoğunlukla sonunda kafam allak bullak olur ve cevaplayamadığım bir sürü soruyla film biter( bkz. Looper). Fakat bu filmde öyle bir şey olmadı. Geçmiş ve gelecek arasındaki denge ve olayların paralelliği o kadar bir biçimde tasarlanmış ki hiç kafanız karışmadan filmi izleyebiliyorsunuz.
      Her ne kadar filmin başrollerinde ki isimleri saysam da aslında kadrosu oldukça büyük ve yetenekli isimlerle dolu. Filmin en güzel yanlarından biri serinin önceki filmlerinde de yer alan isimlerin çoğunu kadrosunda bulundurması. Spoiler vermemek için karakterlerin kim olduklarını söylemiyorum ama emin olun görünce çok sevineceksiniz :)). Bütün oyuncular kendi karakterlerini en iyi şekilde canlandırmış bile olsa bana göre filmdeki en başarılı oyuncu James McAvoy'du. Seyirciye geçirmek istediği duyguları çok iyi bir şekilde başardığını söyleyebilirim.
      Filmdeki her ayrıntı ve her sahne mükemmel bir incelikle tasarlanmıştı. Filmin içinde oldukça komik hatta kahkaha attıran sahneler de var. Bunların başında ise geçmişteki Wolverine'in metal dedektörden geçip ötmediğindeki bakışı. En beğendiğim sahne ise izleyen herkesin hak vereceğine eminim Quicksilver'ın Pentagon'daki sahnesiydi. Sahne hem çok iyi hazırlanmış hemde oldukça komik bir sahneydi. Sahnenin bundan sonrada klasik sahneler arasında yer alacağına inanıyorum.
      Filmdeki en büyük rollerden biri ise Raven/ Mystique'e ait. Film boyunca iyilik-kötülük arasında daha doğrusu Charles ve Eric arasında gidip geliyor. Bütün film boyunca amacına ulaşabilecek mi, yoksa gelecek daha güzel bir hale dönüşecek mi diye düşünmeden edemiyor insan. Jennifer Lawrence bir kez daha oyunculuğunu konuşturmuş ve bence izleyen herkesi kendine aşık etmeyi başardı.
      Genelde final sahnelerinde görmeye alışık twistler(beklenmeyen olay) filmin her dakikasında karşımıza çıkıp bizi şaşırtabiliyor. Daha ilk 10 dakika içerisinde bir sürü duyguyu ardarda yaşıyorsunuz :).

      Filmi kesinlikle sinemada izlemenizi tavsiye ediyorum. Böyle bir filmi tv yada bilgisayarda izleyerek aynı hissi yaşamanız pek olası değil çünkü.
       Kadrosuyla, hikayesiyle, görselliğiyle beni oldukça tatmin eden film Mayıs 2016'da vizyona girecek olan X-Men: Apocalypse için şimdiden sabırsızlanmama neden oldu. Umarım film aynı başarıyla devam eder.